24 Eylül 2011 Cumartesi

PAYVON GÜNLÜĞÜ (1)


sen şimdi bir ucundasın evrenin....

ben desem ki;
buyur buradan yak
sen evreninin bir ucunda çakacaksın kibriti....

Şirwan....

adının eylem katsayısına bölmüşüm yaşadığın yalanı....

ben desem ki ;
sen yalansın

yaşadığın arabesk verecek bana en kallavi cevabı....

bir masanın izdüşüm yalın ayak yorgunluğu
terli beden sofralarında kül rengi bir efkar
dokunsam açılacak yara
dökülecek yere yalnızlık....

kül tablalarında erkeklerin içbükey yanılsaması

kaldırımsız bir kent ne kadar boşluksa haritada
kadınsız bir cesette o kadar hiçliktir mezarlıkta....

sen şimdi bir ucundasın evrenin
kendi sırrını saklama gayretinde...

sırların yalanların kız kardeşi olduğunu ahir zaman dilimi kapsıyor ayın şu son halinde...

sen sırlarına dahil ol...
adını arabeske kazıyacak bir damar elbette bulunur toprakta...

ben desem ki;
buyur buradan yak
sen sana özeli kendine saklayacaksın...

özel olanın kişi adına kesilmiş arka koltukta uzun yol heyecanı...

ben desem ki;
sen yalansın

şarkılar hep aynı tondan ve makamdan arabeski besleyecek...

ben ne desem
sen hep evrenin bir ucunda çakacaksın kibriti...

13 Kasım 2010 Cumartesi

yeniden... Aşk'a...

"neden konuşamadığımı hep merak ettim... hayır deyişim bile cılızdı... "
günah...
iki hecenin arasına sıkışmış bedenler...
dokunması ve dokulması yasak...
aşk hangi dilde bedenin ters simetrisi
oysa ki öldürmek zorunda kalmadığımız bir yanımız olmasaydı neden bir ikinciye ihtiyaç duyardık ki... oysa ki hal böyle olunca insan istiyor elbette...
yar kelimesinin akibeti mi yoksa laneti mi?
hangisidir düştüğümüz?
bir uçurum bile düşerken dokunur tenine acıdır..
hangi uçurum dokunmadan bu denli acıtabilir ki
detayların hayatı renklendirdiğini söylerdi Antik Yunan görmüş bir kadın. estetiğin temellerini arar dururdu o nehirlerin delta yalnızlığında... bulamazdı da sorularının cevabını. aksine bakıp nehir de kendine delice tutkunluğu bundan olsa gerek.
"birisi için birinin diğerlerinden farkı olan" diyor yaşlı bir amca dostluğa dair yazdığı bir kitapta "bir kavrama, rütbeye, mevkiye sahip olur." olur... doğru... dost, arkadaş, ebeveynler ve sevgili...
peki bunlar arasındaki fark nedir? bir çoğu için insan denilen yaratık belli davranış kodları, biçimleri belirlenmiş. bir nevi iletişim için. genel geçer normlar içinde kimse dostuyla cinsel bir birlikteliğe sırf dost oldukları için girişmemiştir. dosta dair davranış biçimleri kişiden kişiye farklılık gösterse de o "ikilinin" kendi iç iletişimlerinde birbirlerine farklı olduklarını hissettirmiştir.
peki bu durum sevgili için nasıldır? insanların sevgiyi salt bacak aralarında keşfetmeye çalıştığı günümüzde -Fruedun konuyla uzaktan yakından alakası yoktur. o bacakarasından farklı bir yeri ve şeyi kavramsallaştırmıştır!- sevgili'nin farklılığı nasıldır? aynı yatağı paylaşmak ya da el ele tutuşmak, kendilerine içi boş kavramlarla hitap etmek, kitle iletiğim yerlerinde kitleye kendilerini duyurmak adına afişe etmek,? buunlardan hememn hemen hepsi aynı zamanda hiçbiri...
şimdi oturalım ve düşünelim. sevgilimizi düşünelim... ne kadar diğerlerinden farklı? bu farklılık ne derece kendimizce hissediliyor ya da o hissediyor? yoksa biler biçimlerin dünyasında tekilliğimiz öldürmek adına mı bir diğer cinsi yanımıza alıyoruz.... siz bunu hiç düşünmemiş olabilirsiniz hatta onun sizi anladığını dahi düşünmüş olabilirsiniz ama unutmayın o kişi asla siz değilsiniz! onun ne düşünebileceğini tahminden öteye geçemezsiniz. şimdi soluk alın ve düşünün siz onun yanında ne kadar özel hissediyorsunuz ve siz onu ne kadar özel hissettiriyorsunuz?...
ve asla unutmayın... "ben böyleyim"ler "ben de böyleyim"leri doğurur ve çözümden ziyade egoların iktidar döğüşlerine döner ortalık ki sevgi bunun yapılacağı son yer... hatta otoritenin bittiği yegane ilişki biçimi aşk olmalı kuşkusuz...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

ÖZÜR

konuş(a)madım hiç... konuşmuşluğumsa ses tellerimi oynatışımdı sadece...

trafik levhaları gibi kural konulabilir mi hayata? yoksa beceriksizliğimize, ben merkeziyetçiliğimize, güvensizliğimize, yalanlarımıza, saman alevi gibi istek ve arzularımıza mı yeniliyoruz? bunlardan kaçı hata olarak nitelendirilebilir?

toprağına dönemeyen bir lale soğanı belkide içimde oluşan şey... köksüzlük, kutsal olana saldırı aynı zamanda...

mülksüzlük böyle bir şey mi? sadece mal edinmek mi mülk altında tutmak? yoksa kitlenin hunharca sığındığı inanış da, davranış da ve kurallar da mülk müdür?

verebilecek inan hiç bir cevabım yok... üzgünüm... konuşmayı beceremiyorum böyle durumlarda... telefonum da kendim gibi suskun... bir hata mıydı? değildi elbette. çok mu acele oldu bitti her şey? yoksa öfkelerimizle mi hareket ettik? intikam yemini miydi?

hiç bir şey bilmiyorum... içimde büyüyen kendimi affetmiyorum ama... hiç de affetmedim zaten... hata yapmadım hiç... pişman da olmadım... çok üzüldüm ama az üzdüm... üzdüklerim içinse her gece öldüm...

bu gece de gelen mesajla öldüm... doğrudur... hiçbir şey yapmadın... sıkmadın... sen mavi gökyüzü kadar, toprak kadar güzel ve temizsin...

başından beri sorunun kendim olduğunu biliyorum... belki kırmamak adına, belki de kendime yakıştıramadığım için bir tek laf bile edemedim sana... bunun için burada herkesin önünde, tüm okuyanların önünde özürlerimi iletirim...

senden özür dilerim toprağım... yapmadığım her şey adına... dostluk adına... kardeşlik adına... yıllarımız adına... sevginin biçimini değiştiremediğim için... bu kadar toplumsal bir sorumluluğun altına elimi sokamadığım için... hala kendimle olan hesabımın bitmemiş olması için...

senin sevgin ve güvenin kadar büyük olamadığım için... özür dilerim...

kişilerin gözünde gene beceremediğim bir şey olarak kalacak... sen hep burada olacaksın.... toprağımsın benim... canımsın...

sen hep güzel kalacaksın...

2 Ağustos 2009 Pazar

temizlenme mevzu

nelerin olup bittiğini anlayamadığım ve çözemediğim bir dönem geçirdim... yalanla gerçeğin sarmaş dolaş yolda yürümesiydi bu...

neyse her şey geride kaldı... şimdi gökyüzü daha mavi...

Nadya gizlendiği dolaptan çıktı...
kırılmış cam parçaları toplndı...
telefon defteri temize çekildi...
beden dezenfekte edildi...
itinayla üzerimdeki el izleri temizlendi...
tenim güneşi gördü...
zihnim akladı kendini...

sadece anılar kaldı... güzel... neşeli... sevdalı...

anılar da eskilerin tozlu rafında yerlerini aldılar...

gelip geçenler, rafa kaldırılanlar... hepinizi hala seviyorum... saygılarımla...

31 Temmuz 2009 Cuma

günaydın Nadya...

sanırsam sen galip çıktın...
bir kenti demiştin günaha boyadıktan sonra kaçmak demiştin...

daha da siyah için hala bu kentteyim...
kaçmayacağım bu sefer...
her şeyiyle benim de aynı zamanda...

anılarıyla, seviçleriyle...
her bir şeyiyle...

şimdi rahatça uyu Nadya...
başın omuzlarımda...

iyi uykular...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

_::...::_

şimdi susuşun en masum yerindeyiz Nadya.
sağımız, solumuz, önümüz ve arkamız boş.

bir çöl kadar ıssız ve yalnızız...

şimdi ver asıl bana elini Nadya...
kendi terimizde boğulalım...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

yanıt bekleyen sorular...

ki kaldı işte burda... ama bilemediğim sevdiğin değil en yakınındakinin yanlışının tanımı nedir... dostluk nedir? ego nedir? elde edilemeyene duyulan öfke nedir? elde edilemeyenin kötülenmesidir kirletilmesidir yaşadığım... hem de en yakın dostundan... benim olmasa bile... yalanlarına ve kitaplarına tutunmuş bir sözdür içlerinde duran... dostuna ve ben ulaşılamayana duyulan öfke nedir... sorularım nettir... anlayana...

ne diyebilirim ki... hep sustum ve bildiğim halde durdum... boşver... bunlar dünü değiştirmeyebilir... sorun değil galiba artık bilinmesi gerekir...

BEN HEP SUSTUM... KONUŞMADIM... ZAMANI GELİNCE KUSTUM SADECE...

şimdi kusmadan demeye çalışıyorum... gene de anlatan
olamıyorum ve anlatamayacağım... ben o anlatılanlar kadar kötüysem... neyse... susarım...

değilsem yanıt beklerim sadece...

eğer önsöz geyiği gerçekse okunulmasını ve yanıt verilmesini beklemiyorum... neyse ya susuyorum... ben zaten kötüyüm... neyse... o kadar da değilim... hep dedikodu gibi olan mı acaba? adım hakkında yapılan yorumlar bana değil neyse... zekiyse kişi... anlayabilir mi ki? susutum... yanıt bekleyen varsa ben hep olduğum yerde burnum rakı şişesinde... bulunabilir bir yerdeyim... evim yok uzun zamandır... geçmişimde gibiyim... her gece başka bir güne nasıl uyanacağım muallak...

çok konuştum.... şimdi susuyorum....

24 Temmuz 2009 Cuma

pişmanmışız...
öyleymişiz...
gibiymişiz...

öyle olsun...
susulsun...
durulsun...

katli çoktan vacib olan bir sevdaysa bileklerdeki...
neyse...

saçmalama potansiyeline bandırılmış bir zihin...
özlemek büsbütün isyan olur ömrüm kolluk kuvvetlerine...

şiirler derdi...
sözün en doğru noktası...
nicesi yazıldı...
nicesine buladım kalemimi...

gerçek miydi?

hem de hepsi gerçekten de gerçek...

pişmanmışım...
öyleymişim...
gibiymişim...

olsun varsın...
gerçekle yalan arasındaki çizgiyi kanımla çizdiğim de gerçekti herhalde...

saygılarımla...
şiirlerimle
ve
şiirle...

unutulmayacak olanlara...

viva...
viva...
viva...

19 Temmuz 2009 Pazar

usulca kanatlanacak çiçekler...

kültablasını boşaltıyor hazin bir ses
sonra umutsuzca bana sarılıyorum
sarıldığım ağaç olağanca hızıyla çöküyor...

düşüyorum

düştüğüm yer
belirsiz
biçimsiz
gibi yüzüm...

sonra akşam geliyor aceleyin...
bir sen eksiksin bir de bir kadeh kırmızı şarap...

beraber atlaslardan beğendiğimiz yerler
bir bir düşüyor

düşman işgali
emir eri
üniforma
gibi yeşil yüzüm...

sınırlardaki kalın siyah çizgileri çekiyoruz aramıza
sonra sen susuş oluyorsun tüm akarsu ağızlarında
bense bir bandoda sadece su sesi...

şimdi atlaslardan aşırmalı sınırları
batmalı her yerimize o dikenli teller
terlemeliyiz belki de
soluk soluğa koşmalıyız
-çocukluğumuzdaki gibi belki de-
yorulmalıyız ansızın
ve düşmeliyiz atlaslardan bir yerlere...

gitmeyi düşlediğimiz ülkeyle aynı kareye düşmeyi isteyerek
ve
bilerek kanamalı bileklerimiz...


sonra ansızın sabah olur...
latin ezgileri dilimde
sesim yalnız
sesim cılız
ve sesim tek...

koca bir ağaca sığınmış ağlamaklıyım...

sarılıyorum ağaca...
ağaç olağanca hızıyla çökmekte...

sağımda eski bir kol...
yaralar içinde

solumda eski bir kol...
yaralar içimde

o gün bu gündür kanımla yıkanıyor yüzüm...
sesizm olmayack kadar pes ve bulanık...
çamur gibi
gibi yüzüm
gibi yaşamım
gibi bu hayat...

Hişşştt....

sessiz olmalı...

olsun varsın öfkelensiz bedenler...

küfretsinler hatta...
kendilerine acısınlar...

sana olur olmaz sezenişte bulunsunlar...

gülüyorum...
onca yıl yaşa, tüket, bir çok şey yap...

şimdi ise sadece acının tesellisini sana susan seslerden çıkar...

yazık!

ilk kez belki de bu kadar aleni yazıyorum...
kırılabilecek olabilirliliği yokmuş gibi...
her şeyi kendine yapılan birşey gibi adlandırmak...

ah tarih
ah yaşam...

neyse daha da büyütmeden söz kapayalım cümlenin ağzını....

yaşasın janselizm...
başka da diyecek bir şey yok...

umarım hayatta daha büyük farelerle uğraşırsınız...
ben hala fındık faresi kıvamındayım...

büyümenizi en az herkes kadar ben de istiyorum...

17 Temmuz 2009 Cuma

...BİLİRkişi raporu...

uzatmanın lafı
anlamsız...

yokum...
zaten yoktum da...

biraz uzağım sanki BU günlerde...
biraz yalnız ve sıkılgan.

kelimelerim ceplerimde bir yerdeydiler ama bulamıyorum onları...

BU dehliz çok karanlık...
önüm arkam sağım SOLum söbe ama ben ebe değilim ki...

kırıldıkça parçalanan ve ufalanan bir bedenim olmaya başladı. BU ne zaman başladı ben de bilemiyorum. yağmurdan önce mi yoksa ışığı yitirişimden sonra mı?
annemi belki de ilk kez dinlemeliydim. çıkmamalıydım dışarı. görmemeliydim.

BU dünyada bir yerlerde ufalanan kum tanesi olmak canımı sıkıyor. gittikçe küçülmek. zayıflamak.

galiba bir kütüphanede yaşlanan kitabım ŞİMDİ
ve içimde bir güve sürekli beni azaltmakta...

zayıflıyorum... kilomu kaybediyorum... küçülüyorum...
BİLİRkişi, durumun iyi olmadığını söylüyor...

ki geriye sadece son sözü yazmak kalıyor...

.........
kalın sağlıcakla...

...Işığın Işığımızdır...



...HOŞÇAKAL...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

gidiş...

yazmayı durdurmalı...
yakılmayı da...

ansızın çekip gitme zamanı...
sessizlik büyütün avuçlarınızda ey kimsesizler...


(siteye internet bağlantısı bulundukça girilebilindiğinden arada sırada)

10 Temmuz 2009 Cuma

gidene son cümle tadında dua....

ağlamalı kadınlar...
çünkü...
makyajları anca akıyor....

6 Temmuz 2009 Pazartesi

gitmek... my marlon brando...

gitmek...

bavulun sıcak teni avuçlarımda...
şimdi bir otobüs bileti gibi özgür
bir kağıt kadar ince düşlerim...

gitmek...

bir ucurumun kıyısından aşağıya inen en kestirme yol...

5 Temmuz 2009 Pazar

susmaya zorlanan bir dilin kelebek telaşı

öfkelerinizin kılıfları ne de ışıklı...
gaza gelesi varmış beyinlerin...
ezilesi varmış kimliksizliğin...



kelimelerin tırnak içlerinde kan...
öfke
neden yaralandığını hissetmez insan...

sonra bir çocuk pişmanlığı ya da yakalanma sanrısı...

kendi kuyusu varken sorunu olmayanlar
başkalarının kuyusunun farkına varınca telaşlanıyor...

aniden kapanıyor teknolojik bir iletişimsiz aleti
hazımsızlık hat safhada...

nazikleşiyor sözlerim...

ey insanlar!
daha da kırılacak yer kalmadı bende
şimdi sıra duyularıma mı geldi
belden aşağıya çalışmak mı güçlü kılıyor sizleri...

şimdi gidin ve kendinize daha tatlı bir öfke bulun...
nedense daha da güçlendiriyor beni attığınız taşlar...

yaş ortalaması demeliyim ama neyse
susmalı... kırmaktan ziyade parçalayacak sözlerim...

teşhir evlerinizde ve kutsaliyet ormanlarınızda başarılar...
ben baltamı bıraktım
sadece kelebek arıyorum...

3 Temmuz 2009 Cuma

...aşk...

özne olamayacak kadar kısa bir hüzün...

telefon rehberinde kayıtlı bir isim yalnızca...
çekimlenemeyen bir fiilin burukluğu avuç içlerindeki...

bu galaksinin bir köşesinde
etnografya müzesinde belki...

belki...

sınır ötesi bir buluşmanın sancısı
Latin bir dildeki acılı ağıt olsa gerek sözlüklerdeki anlamı

şimdi Endülüs kadar esmer bir acı içimdeki

9/8lik bir cenaze merasimi
flütle çalınan bir tını sahipsiz savrulan[1]

kemanlar kısık olmalı
davullar daha da gürlemeli
gök üzerime yağmalı
toprak kokmalı seviştiğim ten...
dokunduğum el kanamalı
dilim yarım heceli sözcükleri özlemeli...

susmalı
ölesiye susmalı

sonra yeni yıkanmış çamaşırlarla asılmalı bir ipe
kader demeli sonra
gömmeli kendini alkolün soğutucu sularına

burnumu şaraba sokmuştum ve katiyen sarhoştum[2]

sonra şiirleri okumalı yeniden
içinden haykıra haykıra...

kaçma isteği raftan çıkarılmalı
tozu alınmalı

gençlik düşleri canlanmalı...
hayatın ipoteği kaldırılmalı
çalışmalı
daha da yorulmalı

soru sormayı bırakmalı....
detaylar silinmeli
kaba
çırılçıplak kalmalı yaşam...

neden ve niçinler silinmeli sözlüklerden
okumayı ve düşünmeyi bırakmalı...

aşk en ahmak olduğumuzun zeminin rengidir çünkü...

insanın en kutsal intihar seronomisidir aşk...

aşk mantık tutmaz bir uzamdır...

şimdi kendi kendini dölleyen bir yalnızlık var ellerimde...

Irmak akacak denizi bulacak
ve babalar babalıktan çekilmeyi öğrenecektir sayın abilerim[3]...

ben
çocuk olamayacak kadar büyük
baba olamayacak kadar küçüğüm...

ömrümün özrü olacaksın kızın...
ölü doğan bir güneş...
elimde kendim
ip cambazıydım düştüm
öldüm
şimdi sırtımda kendi cesedim[4]
içimde taşan bir ırmak
deniz yok...

aşk...
ah mine’l aşk[5]...

aşk...
sen ki bir cinayet aletisin...
üzerinde parmak izim ve kanım olan....







[1] Adagio in G minor by Albinoni
[2] Atilla İlhan’ın “Başka Yerde Olmak” adlı şiiri
[3] Ece Ayhan’ın “Mor Külhani” adlı şiiri ("aşk örgütlenmektir bir düşünün sayın abiler" )
[4] Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı yapıtı
[5] ah mine'l-aşk ve hâlâtihî
ahraka kalbî bi harârâtihî
Şeyh Galib
(ah aşktan ve onun hallerinden
kalbimi sıcaklığıyla yaktı)
hiç bir şey aynı olmuyor... şarkılara tutunsak da anlamı değişmiyor hiçbir şeyin... önce nefret etmeye alıştırıyorsun kendini. kendinin dahi inanmadığı sözler söylüyorsun kendi kendine. rahatlatmak için kendini. sonra daha iyi hissetmek, güçsüzlüğünü örtmek istercesine mesaj kaygılı işler yapıyorsun. takip etmeden ama görüş mesafesinden de ayırmadan izliyorsun... sanki herşey eskisi gibiymiş gibi. alışkanlıkların suratına vuruyor teker teker... yollar karşına çıkıyor sonra, sonra deniz, otobüs, çay daha onlarcası... mekan, zaman her şey seni tek başına kabul etmiyor.

intikam gibi bir şey oluyor aslında. karşındakinin kanı ne kadar senden fazla akarsa o kadar güçlü hissediyorsun. öyle oluyor. sonra hiç unutamayacağını anladığın sıralarda içine tarifi imkansız bir acı yerleşiyor. kaçıp kurtulmak isteği her zamankinden fazla biniyor üzerine. sonra kendinden nefret etme süreci başlıyor. şarkılar akıyor peşi sıra. sözler, öfke tutulmalarının yaralı cümleleri...

herşeyin okunma potansiyeliyle paranoyakça bir durumda yaşıyorsun...

hala anlatma telaşında şu salak bedenim... hala anlamlanma isteğinde... şimdi kaçma telaşı... kaçıyorum. nadya ben bir süreliğine gidiyorum... buralarda olmayacağım. pastoral bir iklime önce sonra da sınır ötesine gideceğim. seni yalnız koymak zor bir şey ama maalesef... gitmezsem kafayı yiyeceğim... gideceğim yerde iletişim namına bir şey yok... kendine dikkat et nadya. gelene kadar da ölme sakın, yitirme kendini. fırsat buldukça yazcağım sana merak etme minik dostum...

alıntılarla yaşamamaya alıştıktan sonra burada daha da güçlenmiş olacağız kuşkun olmasın nadya... şimdilik hoş kal...

ağustos 15 e kadar yokum... hadi bana eyvallah... sonrası için daha net olan bir şey yok... kal sağlıcakla...

2 Temmuz 2009 Perşembe


lizbon...viyana...frankfurt...

az miktarda türk lirası...
köşede mahsun şimdi
boynu bükük...

kim bilebilirdi ki böye öksüz kalacak krizin eşiğinde bir grup para...

oysaki sıralama tam bu şekildeydi...
ilkten sona doğru...

tercihleri bile yapılmıştı...

birikecek ve zamanı geldiğinde çıkacaklardı gün ışığına
iki kağıt karşılığı
yer çekimine inat...

şimdi rakıya yatırmalı kimsesizleri...

lizbon'da ölmek zamanı şimdi...
eş zamanlı ölüm...
izmir'de de aynı güneş batıp aynı beden ölüyor gün be gün...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

sancı

sabaha karşı altıda tuttu sancı... sağ yanımdan başlayarak önce kasıklarıma sonra da sağ bacağımı kapladı. tırmaklarımı duvarlara geçirdim. tırmak içlerimde beyaz kireçler.

apar topar ve hız kesmeden taksiyle yetiştirilen bir hastaydım şimdi. beyaz içlerindekiler baktılar yüzüme. yüzüm buruşuk, yüzüm acı... kolumda bir delik delikte bir hortum hortumun ucunda bir serum... kalçamda tarifi imkansız bir yanma. sonra yarım saat uyku...

sonra gene aynı, gene aynı... şimdi ise 2 saat arayla 2şer tane aldığım ilaçlarla ayaktayım... böbreğimde bir harfiyat deposu varmış. taş düşürüyormuşum...

lan tanrı... taş etseydin bari... ne diye taş koyuyorsun sidiğime... gene de buna da inat yoksun... kabulş etmiyorum kristal şatonu...

neyse bu ağrı tam da denk geldi içimdeki acıya... tüm dışkılamam bozuldu. kelimelerim de sidiğim gibi çıkarken yakıyor... iyileşmeyi beklemiyorum... dünya daha da çekilmez olsun ve ölüme bir bahane bulunsun....

30 Haziran 2009 Salı

pusu

yakamdan düşmeyen bu olağanca yorgunluğa

peşimde
nefesi ensemde
saç köklerimde bir telaş

zifir
katran ve toz

uzak açı bir kırmızı

karaya çalınmış bir martı cesedi şimdi kalemim
susmak kahredici utanç
konuşmaksa büsbütün şuç üstü

şimdi
burada
evrenin bu ucunda
kalbi kırık bir palyaço

duman
kırık martı kanatları
uçmak büsbütüm özgürlük

gitmek
kalmak
beklemek
susmak
durmak
susmak yeniden

namaza duruyor içimde yanan acılar
allahı ölmüş bir ilahi dilimdeki

melekler düşmüş yollara
sokakta nesnel melek kemikleri

kanatları
şimdi bir yastık hafifliğinde
gün be gün ezilen çifte kafalar altında

tanrı adaletinde yargılanan bir nefes benimki
ialahiliğine küfreden bir kutsaliyet şatosu bedenim

parçalanmalı beden
kanamalı zihin
acımalı ve açılmalı

her anı her tarihi beceriyor beynimde

tecavüzcü bir bellek yokluyor kelimelerimi...

sonra soluksuz bir duvar köşesi
yosunları yere bakan
rotası şaşmış bir dünya
baştan aşağı yuvarlanan

burada evrenin bu ucunda
tüm kozmik dengeler yitik
ortalık kan revan
kalemimden kan sızıyor
bileklerim yorgun ve kesik
soluğum yalan

gidiş
dönmeyiş
kaybediş
yitiriş
yokoluş

özetliyor kavramlar tüm herbi şeyi

gitmenin vakti mi yaklaşıyor ne

suskun bir düğün arefesi
içilen bir juliet whisky si

şerefe dünya
şerefe şiir
şerefe kan

ben tanrı olmaya gidiyorum
ardımdan toplayıp iffetine gümüş geçirilmiş melekleri

sonra da güneşi zaptedin
gidenlerin yanına
gelemeyenlerin ertesinde olacağım

size bedenim miras olsun
sözlerimi alıp ateşin içinde yüzüyorum...

bilet

bugünü de yarına devrettik sonunda NADYA...

öfkenin tutulmaları arasından geçtik mi biz? nerdeyiz şimdi? hangi gök bu üzerimizi boyayan? saçma aslında uyumsuz olandır bilirsin nadya.

yangın çıkmışsa nadya, tek alevin yükselmediği yer pencerenin önüyse ve sen dokuzuncu kattaysan... atlar mıydın sahiden de sen nadya? sen ki yangınlarda, çamurlarda ve kan deryalarından geldn nadya. atlar mıydın nadya?

bir umut nadya. yaşamak için tek umut... ölümün ve kavganın olmadığı bir dünya hayat etmek bu kadar mı zor? sevmek bu kadar mı imkansız?

sen ki yıkıntılaın çocuğusun nadya. bir sigara pakaetine sığınmıştın bir vakit hiç unutmam sadece bir yüreğe en yakın olma hissiyle. sonra kıç cebinden çıkan bir paketten düşmüştün. ben gülmüştüm sen ağlıyordun. sonra usulca küfrettin. kapattın kendini konuşmaz oldun kimseyle. benimle bile. benimle bile. sonra bir vakit uyurken içime yerleştin. sabah odana geldiğimde yoktun. içimde olduğunu bile aylar sonra anladım. dayanamadın benim real saçmalıklarıma. içimde en acıyan yerime tekme vurmuştun hatırlıyor musun? gene konuşmadın benimle.

şimdi seni çok iyi anlıyorum nadya. neden konuşmadığını, neden sustuğunu, nasıl da kaçıp kurtulduğunu...

bencil olduğunu söylemeliyim nadya. şimdi içimdesin. ben nereye saklanmalıyım peki... nerlere kaçmalıyım. yoktun nadya. yapayalnız bırakıp gitmiştin beni. çok güçlüydüm ya ben. durabilirdim ayaklarımın üzerinde. yalancı demeliydin bana. demedin nadya. kendi bedenimden düştüm. açıyor her yerim. beynim ufalanıyor. kendimi bilmiyorum. beni ben yapan neyim varsa yok artık... geleceğin yalanı boğuyor bu günümü...

ne demeli nadya... nasıl yapmalı...

pişman olmalı belki hayatta değil mi... ben de pişman olabilme potansiyeline sahibim değil mi... ben de affedilmeyi bekleyebilirim değil mi... neden kendimi kandırmaktan vazgeçmiyorum.... vazgeçmeliyim... kendimi kandırmaktan... neden biizi saran onca çaputtan kurtulup sadece kendimiz olarak gelemiyoruz... konuşamıyoruz bile... hangisi biziz... hangisi gerçek... gerçek olan sadece aşk nadya... neden aşka biat etmiyoruz... neden o dilde değilde kendi bildiğimiz dilde konuşuyoruz... egolarımız neden bunca savaşıyor... neden kendimizden de vaz geçemiyoruz.... bu kadar mı kutsalız... ben bu kadar mı kutsalım... neden hala kendimi kutsuyorum... kutsal olan korunurdu değil mi nadya... neden ve kimden, niçin koruyorum...

bilmiyorum nadya... hiç bir şey bilmiyorum... bilmiyorum... koyup bedenimi bir sandala güneşe gitmek istiyorum... hayat bana göre değilmiş diye düşünüyorum. saçma sapan intihar imgelemleri canlanıyor beynimde. bu kadar zayıf, bu kadar savunmasız mıyım? olamalı mıyım? bilmiyorum... anlamlarımı yitirmekten ziyade buluyorum. burada bir terslik var nadya... bekliyorum gene... müdahil olmalıyım hayata. küfretmeliyim çekinmeden.. ama neye ve niçin? hhiçlik mi dersin? yokluk mu? yalnızlık mı?

saçmalama çabasında tüm estetik algım... yıkmak ve yapmamak... siktirip gitmek... ölü bir dölün ağırlığı şimdi parmağımda...

ölmekten başka çare yoksa en güzeli bizim olmalıdır diyen yazarı hatırladın mı, hani kendini torbayla boğanı... boyalı kuşun yazarı... ya da iskender i hatırla nadya... de gülüm diyeni...

herkes ölecek nadya... geriye ne kalacak... koca bir hiç... neden koca bir hiç için bunca acı, eziyet, üzüntü...

nadya geriye ilerliyorum... başladığım yerden de gerideyim... ne eskisi kadar cesaretim var ne de gücüm... bilmiyorum nadya... tasarlamıyorum. sadece içim acıyor. şurada senin dokunduğun yerde... neden bahneler üretemiyorum artık... neden kendimi kandıramıyorum... her şey o kadar net ki...

gurur... kibir... kendini beğenmişlik... kural dayatmacaları... sınırlara boğulmuşluk... kalıplı yaşamlar... kuralı oyunlar gibi hayat... çizgili... ne yapılacağı ve ne olacağı belli... neden kendimiz olamıyoruz hiç... neden hep böyle olmalılar var hayatımızda... neden hep ayıplar, günahlar sarmış cevremizi... neden hala kutsallıktan kurtaramamışız bedenlerimizi, ruhlarımızı?

mayakovski gibi... "ben senin köpeğinim" demek ne de ayıp değil mi... sevgiyi söylemek de o kadar ayıp mı?
bilmiyorum nadya... gücümü olsa çıkıp söyleyecek o kadar çok şey var ki... yorgunum... konuşamayacak, açıklayamayacak kadar...

kendimden geçtim yalanına bile kendim inanmıyorum... ben ne yapıyorum... kendim neresindeyim bu işin... bilemiyorum... artık hiç birşeyim kalmadı... bu kentin de bir anlamı yok... o körfezin her noktası ipotekli...

neyse nadya hayatın şimdiki tek özeti: "peki"

peki nadya bence de peki... bataklıkta çırpınmak daha hızlı çekiyor beni kendine... çırpınmamalıyım...

bırakmalı mıyım sence kendimi akışına nehrin... yalanların koynunda mı uyumalıyım artık?

bilmiyorum... yarında kendini ertesi güne bırakacak... güneş bir doğup bir batacak... ben olmuşum olmamışım ne farkedecek ki dünyada... güneş aynen dönmeye devam edecek... kimse bile farketmeyecek...

keşke diyorum nadya en azından bedenim kadar yer kaplayabilseydim şu dünyada... neyse nadya peki... peki... peki...

yarınıda ertesi güne devredeceğiz sonunda NADYA... biz olur muyuz o evrende bunu şimdiden söylemek olmaz... herşey zamanla nadya... bakarsın yarım saate yan yana oluruz ha, ne dersin...

yağmur...

aşk der annem her yağmurdan önce
sahi
bir yağmurun toplamı kaç aşktır?

mor çakmak ve seccade...

gül suyuyla uslanırmış çocuklar
annelerin yüzünde sarı örtüler...

kına geceleri telaşında
karanlık, mum, keskin koku

kınalı bir el...
kırmızımsı bir alev avuç içinde açan
başta kırmızı bir örtü...

gül suyuyla uğurlanırmış gidenler

gidenin tam üstünde beyaz bir örtü...

giden üzerinde sonra kahverengi....

hayatın renkleri ne kadar da renkli değil mi?

beyazda bitmeliydi oysa
ya da mavide

hiç kabullenilir gibi değil bu kahvenin rengi
toprağın rengi
bu kokusu

mide bulandırıcı
sıkıcı
sıkılmalı mı bir beden?

can çıkmadan hayatta çıkmıyor işte...

yaşamak istiyor tüm hücreler...

gül suyuyla hazırlanır şerbetler üzerine bir de helva...
şefin tavsiyesidir...
kaçırmamanız dileğiyle...

afiyet olsun...

29 Haziran 2009 Pazartesi

...YÜZÜMDE'N PORTRELER...

bir adamın üç perdelik hayatı olmalıybu hikayenin adı ama yazar özellikle koymadı bu adı bu öyküye. çünkü yaşananlar o kadar gerçekti ki... hikaye edilemeyecek kadar gerçek. şiirle örtmeye çalışmalı yaraları diye düşündü yazar yazmaya başlarken. sonra o da öğrendi bu da tüm gerçekler gibi örtülemezdi. o yüzden içine gerçekten başka bir şey koyamadı. bu yazı yazılırken kahramanın şimdisi göz önüne alındı. bu yüzden en ufak bir ofke girişiminde bile bulunmadı yazar. bulunamadı... ölmekten korkan bir adamın ölüm gerçeğiydi bu. sadece buydu... estetik hiç bir kaygısı da yoktur bu yazının. sadece bir mektup, sadece kaybedilmiş bir hafızanın tüm geçmişidir bu.


bir bulut yitirildi gökyüzünden ansızın...

sonra
hangi gece girse koynuma
hecelendi, ufaldı kelimeler

anlamı yoktu...

bir ilkokula başlama kadar uzundu...
sonra okulun ilk günü yitirişin gibi hazin...

şimdi bir martı kadar beyaz olacak...
ağustosun koynunda açacak bir kardelen...

sevin...

seni tutacak bir el var...
bırakan benim ellerime benzeyen...

milat gibi bir şeysin...

sonra gidişsin...
sonra tokat gibisin...
sonra galipsin...

sen ki benim cehennem biletimsin...

daha sonralarıydı...
minik bir bedenin sahnesine çıkışım...

hoş gelmiştin...
iyi de gelmiştin...
aklanmalıydım tarihin sayfalarında...

karanlık gelmiştim...
üzgün yitik ve
dokunduğu her şeyi yok eden gibiydim...

minik bir bedendeydi sahne...
yeşil ışıklar altında...

öfke tutulmaları sonra geceleri...
kendini kutsama ayinleri gölgesinde ben...

üzerine gelen daha da karanlık...
kırılan ayak...
öldürülen bir çiçek adının önemi yok...

susuzluktan ölen bir çiçek...
sevgisizlik sahi susuzluğa ne de çok benziyor...

daha acıyor yaralarım gecelerden sonra...
bir aldatışın gerçeği provada buluyor yüzünü...
iki dudağın arasında
ben dysart ve allen kırması bir şey
küheylan tepmesi gibi bir şey olmalı bu
adı her ne olansa artık...

sonra gidişin...
başka kente götürüşün öfke bulutlarını...
minik sahneden tiyatral bir gürültü düşüşüm
karanlık sahne
kapanan perde kefenim...

eve dönüşüm
içime kapanışım...

ikinci perdeden önce uzun bir ara
ikince ve son perde...
antrokotlara sığınan yüzüm...

her şey bir akrostişle başlamadı aslında...
çocukça bir heyacan için yeterince büyüktüm...

her şeyi bilerek ve esirgeyerek yaptım!
ne yaptımsa tek sorumlusu benim...

hayatıma dahil olunması için
hayatta var olabilmek için
sadece istediğim ve hak ettiği için
her şey için
aşk için
sevgi için...

taşımadan hiçbir şeyi sırtımda çırıl çıplak geldim
makyajsız ve yalansız...

temize çekilecek ne acım,ne öfkem ne de geçmişim...

sadece geldim...
her şeyin daha güzel olması için...

geldi mi gelmedi mi hiç anlayamadım...
hep itti...
ben gene geldim...
hep itti...
itti
itti
itti
bir uçurumdan düştüm...
hayallerim ve bildiklerim kırıldı...

önce çıplaktım
usulca giydirdi
izin verdim ve istedim...
onun istediklerini istedim...
kırılsam da istedim
incinsem de istedim...
güzelce süsledi...

sonra da düşüşümü bile izlemedi...

çırılçıplak bomboştum...

üftade bir seccadede namazımı kılmıştır umarım....
kızgın değildim hiç...
biliyordum görüntüler siliniyordu ama anılar hiç bir vakit kaybolmuyordu...

sonunda intihar ettim işte...
bir halkayla intihar ettim...
gümüş bir halkayla...

içinde ölüm ve doğum tarihim yazan bir halka taşıyorum şimdi...

korkmuyorum...
bilmediğim bir yaşamı
bilmediğim bir dilde
bilmediğim bir toprakta
bilmediğim bir bilgiyle yaşıyorum artık...

ben bir yere gitmiyorum...
itildiğim bu bilinmeyen yerdeyim...

bir daha düşmemek ve düşürmemek adına ölümümü seçiyorum...

sevmekten yoruldu sonra adam... bir köşeye çekilip ölümün kendini almasını bekledi... yalan değildi bu anlatılan hikaye tıpkı adamın sözleri gibi... sevdanın lehçesinde sustu adam... adam sadece sevdi... ötesi yalan olurdu zaten... şimdi yumdu gözlerini... açıldı mutlaka bir yerlerde gene gözleri ama ne biz onu tanıyabiliriz artık ne de o bizi... bambaşka bir dünyada yeniden yaşamaya başlamış olmalı... şimdi o adam hikayemizdeki adam değildir artık... kendi bile bilmemektedir yaptıklarını... en iyisinin bilmemek ve irdelememek olduğunu bilerek ve geçmişinde yaptığı tüm güzelliklerini günahını çekmemek adına hiçbir şey yapmaya karar vermiştir. artık adam sevmemektedir... hiçbir şeyi hissetmemektedir... ölüdür tüm yaşananlar gibi...