30 Haziran 2009 Salı

pusu

yakamdan düşmeyen bu olağanca yorgunluğa

peşimde
nefesi ensemde
saç köklerimde bir telaş

zifir
katran ve toz

uzak açı bir kırmızı

karaya çalınmış bir martı cesedi şimdi kalemim
susmak kahredici utanç
konuşmaksa büsbütün şuç üstü

şimdi
burada
evrenin bu ucunda
kalbi kırık bir palyaço

duman
kırık martı kanatları
uçmak büsbütüm özgürlük

gitmek
kalmak
beklemek
susmak
durmak
susmak yeniden

namaza duruyor içimde yanan acılar
allahı ölmüş bir ilahi dilimdeki

melekler düşmüş yollara
sokakta nesnel melek kemikleri

kanatları
şimdi bir yastık hafifliğinde
gün be gün ezilen çifte kafalar altında

tanrı adaletinde yargılanan bir nefes benimki
ialahiliğine küfreden bir kutsaliyet şatosu bedenim

parçalanmalı beden
kanamalı zihin
acımalı ve açılmalı

her anı her tarihi beceriyor beynimde

tecavüzcü bir bellek yokluyor kelimelerimi...

sonra soluksuz bir duvar köşesi
yosunları yere bakan
rotası şaşmış bir dünya
baştan aşağı yuvarlanan

burada evrenin bu ucunda
tüm kozmik dengeler yitik
ortalık kan revan
kalemimden kan sızıyor
bileklerim yorgun ve kesik
soluğum yalan

gidiş
dönmeyiş
kaybediş
yitiriş
yokoluş

özetliyor kavramlar tüm herbi şeyi

gitmenin vakti mi yaklaşıyor ne

suskun bir düğün arefesi
içilen bir juliet whisky si

şerefe dünya
şerefe şiir
şerefe kan

ben tanrı olmaya gidiyorum
ardımdan toplayıp iffetine gümüş geçirilmiş melekleri

sonra da güneşi zaptedin
gidenlerin yanına
gelemeyenlerin ertesinde olacağım

size bedenim miras olsun
sözlerimi alıp ateşin içinde yüzüyorum...

bilet

bugünü de yarına devrettik sonunda NADYA...

öfkenin tutulmaları arasından geçtik mi biz? nerdeyiz şimdi? hangi gök bu üzerimizi boyayan? saçma aslında uyumsuz olandır bilirsin nadya.

yangın çıkmışsa nadya, tek alevin yükselmediği yer pencerenin önüyse ve sen dokuzuncu kattaysan... atlar mıydın sahiden de sen nadya? sen ki yangınlarda, çamurlarda ve kan deryalarından geldn nadya. atlar mıydın nadya?

bir umut nadya. yaşamak için tek umut... ölümün ve kavganın olmadığı bir dünya hayat etmek bu kadar mı zor? sevmek bu kadar mı imkansız?

sen ki yıkıntılaın çocuğusun nadya. bir sigara pakaetine sığınmıştın bir vakit hiç unutmam sadece bir yüreğe en yakın olma hissiyle. sonra kıç cebinden çıkan bir paketten düşmüştün. ben gülmüştüm sen ağlıyordun. sonra usulca küfrettin. kapattın kendini konuşmaz oldun kimseyle. benimle bile. benimle bile. sonra bir vakit uyurken içime yerleştin. sabah odana geldiğimde yoktun. içimde olduğunu bile aylar sonra anladım. dayanamadın benim real saçmalıklarıma. içimde en acıyan yerime tekme vurmuştun hatırlıyor musun? gene konuşmadın benimle.

şimdi seni çok iyi anlıyorum nadya. neden konuşmadığını, neden sustuğunu, nasıl da kaçıp kurtulduğunu...

bencil olduğunu söylemeliyim nadya. şimdi içimdesin. ben nereye saklanmalıyım peki... nerlere kaçmalıyım. yoktun nadya. yapayalnız bırakıp gitmiştin beni. çok güçlüydüm ya ben. durabilirdim ayaklarımın üzerinde. yalancı demeliydin bana. demedin nadya. kendi bedenimden düştüm. açıyor her yerim. beynim ufalanıyor. kendimi bilmiyorum. beni ben yapan neyim varsa yok artık... geleceğin yalanı boğuyor bu günümü...

ne demeli nadya... nasıl yapmalı...

pişman olmalı belki hayatta değil mi... ben de pişman olabilme potansiyeline sahibim değil mi... ben de affedilmeyi bekleyebilirim değil mi... neden kendimi kandırmaktan vazgeçmiyorum.... vazgeçmeliyim... kendimi kandırmaktan... neden biizi saran onca çaputtan kurtulup sadece kendimiz olarak gelemiyoruz... konuşamıyoruz bile... hangisi biziz... hangisi gerçek... gerçek olan sadece aşk nadya... neden aşka biat etmiyoruz... neden o dilde değilde kendi bildiğimiz dilde konuşuyoruz... egolarımız neden bunca savaşıyor... neden kendimizden de vaz geçemiyoruz.... bu kadar mı kutsalız... ben bu kadar mı kutsalım... neden hala kendimi kutsuyorum... kutsal olan korunurdu değil mi nadya... neden ve kimden, niçin koruyorum...

bilmiyorum nadya... hiç bir şey bilmiyorum... bilmiyorum... koyup bedenimi bir sandala güneşe gitmek istiyorum... hayat bana göre değilmiş diye düşünüyorum. saçma sapan intihar imgelemleri canlanıyor beynimde. bu kadar zayıf, bu kadar savunmasız mıyım? olamalı mıyım? bilmiyorum... anlamlarımı yitirmekten ziyade buluyorum. burada bir terslik var nadya... bekliyorum gene... müdahil olmalıyım hayata. küfretmeliyim çekinmeden.. ama neye ve niçin? hhiçlik mi dersin? yokluk mu? yalnızlık mı?

saçmalama çabasında tüm estetik algım... yıkmak ve yapmamak... siktirip gitmek... ölü bir dölün ağırlığı şimdi parmağımda...

ölmekten başka çare yoksa en güzeli bizim olmalıdır diyen yazarı hatırladın mı, hani kendini torbayla boğanı... boyalı kuşun yazarı... ya da iskender i hatırla nadya... de gülüm diyeni...

herkes ölecek nadya... geriye ne kalacak... koca bir hiç... neden koca bir hiç için bunca acı, eziyet, üzüntü...

nadya geriye ilerliyorum... başladığım yerden de gerideyim... ne eskisi kadar cesaretim var ne de gücüm... bilmiyorum nadya... tasarlamıyorum. sadece içim acıyor. şurada senin dokunduğun yerde... neden bahneler üretemiyorum artık... neden kendimi kandıramıyorum... her şey o kadar net ki...

gurur... kibir... kendini beğenmişlik... kural dayatmacaları... sınırlara boğulmuşluk... kalıplı yaşamlar... kuralı oyunlar gibi hayat... çizgili... ne yapılacağı ve ne olacağı belli... neden kendimiz olamıyoruz hiç... neden hep böyle olmalılar var hayatımızda... neden hep ayıplar, günahlar sarmış cevremizi... neden hala kutsallıktan kurtaramamışız bedenlerimizi, ruhlarımızı?

mayakovski gibi... "ben senin köpeğinim" demek ne de ayıp değil mi... sevgiyi söylemek de o kadar ayıp mı?
bilmiyorum nadya... gücümü olsa çıkıp söyleyecek o kadar çok şey var ki... yorgunum... konuşamayacak, açıklayamayacak kadar...

kendimden geçtim yalanına bile kendim inanmıyorum... ben ne yapıyorum... kendim neresindeyim bu işin... bilemiyorum... artık hiç birşeyim kalmadı... bu kentin de bir anlamı yok... o körfezin her noktası ipotekli...

neyse nadya hayatın şimdiki tek özeti: "peki"

peki nadya bence de peki... bataklıkta çırpınmak daha hızlı çekiyor beni kendine... çırpınmamalıyım...

bırakmalı mıyım sence kendimi akışına nehrin... yalanların koynunda mı uyumalıyım artık?

bilmiyorum... yarında kendini ertesi güne bırakacak... güneş bir doğup bir batacak... ben olmuşum olmamışım ne farkedecek ki dünyada... güneş aynen dönmeye devam edecek... kimse bile farketmeyecek...

keşke diyorum nadya en azından bedenim kadar yer kaplayabilseydim şu dünyada... neyse nadya peki... peki... peki...

yarınıda ertesi güne devredeceğiz sonunda NADYA... biz olur muyuz o evrende bunu şimdiden söylemek olmaz... herşey zamanla nadya... bakarsın yarım saate yan yana oluruz ha, ne dersin...

yağmur...

aşk der annem her yağmurdan önce
sahi
bir yağmurun toplamı kaç aşktır?

mor çakmak ve seccade...

gül suyuyla uslanırmış çocuklar
annelerin yüzünde sarı örtüler...

kına geceleri telaşında
karanlık, mum, keskin koku

kınalı bir el...
kırmızımsı bir alev avuç içinde açan
başta kırmızı bir örtü...

gül suyuyla uğurlanırmış gidenler

gidenin tam üstünde beyaz bir örtü...

giden üzerinde sonra kahverengi....

hayatın renkleri ne kadar da renkli değil mi?

beyazda bitmeliydi oysa
ya da mavide

hiç kabullenilir gibi değil bu kahvenin rengi
toprağın rengi
bu kokusu

mide bulandırıcı
sıkıcı
sıkılmalı mı bir beden?

can çıkmadan hayatta çıkmıyor işte...

yaşamak istiyor tüm hücreler...

gül suyuyla hazırlanır şerbetler üzerine bir de helva...
şefin tavsiyesidir...
kaçırmamanız dileğiyle...

afiyet olsun...

29 Haziran 2009 Pazartesi

...YÜZÜMDE'N PORTRELER...

bir adamın üç perdelik hayatı olmalıybu hikayenin adı ama yazar özellikle koymadı bu adı bu öyküye. çünkü yaşananlar o kadar gerçekti ki... hikaye edilemeyecek kadar gerçek. şiirle örtmeye çalışmalı yaraları diye düşündü yazar yazmaya başlarken. sonra o da öğrendi bu da tüm gerçekler gibi örtülemezdi. o yüzden içine gerçekten başka bir şey koyamadı. bu yazı yazılırken kahramanın şimdisi göz önüne alındı. bu yüzden en ufak bir ofke girişiminde bile bulunmadı yazar. bulunamadı... ölmekten korkan bir adamın ölüm gerçeğiydi bu. sadece buydu... estetik hiç bir kaygısı da yoktur bu yazının. sadece bir mektup, sadece kaybedilmiş bir hafızanın tüm geçmişidir bu.


bir bulut yitirildi gökyüzünden ansızın...

sonra
hangi gece girse koynuma
hecelendi, ufaldı kelimeler

anlamı yoktu...

bir ilkokula başlama kadar uzundu...
sonra okulun ilk günü yitirişin gibi hazin...

şimdi bir martı kadar beyaz olacak...
ağustosun koynunda açacak bir kardelen...

sevin...

seni tutacak bir el var...
bırakan benim ellerime benzeyen...

milat gibi bir şeysin...

sonra gidişsin...
sonra tokat gibisin...
sonra galipsin...

sen ki benim cehennem biletimsin...

daha sonralarıydı...
minik bir bedenin sahnesine çıkışım...

hoş gelmiştin...
iyi de gelmiştin...
aklanmalıydım tarihin sayfalarında...

karanlık gelmiştim...
üzgün yitik ve
dokunduğu her şeyi yok eden gibiydim...

minik bir bedendeydi sahne...
yeşil ışıklar altında...

öfke tutulmaları sonra geceleri...
kendini kutsama ayinleri gölgesinde ben...

üzerine gelen daha da karanlık...
kırılan ayak...
öldürülen bir çiçek adının önemi yok...

susuzluktan ölen bir çiçek...
sevgisizlik sahi susuzluğa ne de çok benziyor...

daha acıyor yaralarım gecelerden sonra...
bir aldatışın gerçeği provada buluyor yüzünü...
iki dudağın arasında
ben dysart ve allen kırması bir şey
küheylan tepmesi gibi bir şey olmalı bu
adı her ne olansa artık...

sonra gidişin...
başka kente götürüşün öfke bulutlarını...
minik sahneden tiyatral bir gürültü düşüşüm
karanlık sahne
kapanan perde kefenim...

eve dönüşüm
içime kapanışım...

ikinci perdeden önce uzun bir ara
ikince ve son perde...
antrokotlara sığınan yüzüm...

her şey bir akrostişle başlamadı aslında...
çocukça bir heyacan için yeterince büyüktüm...

her şeyi bilerek ve esirgeyerek yaptım!
ne yaptımsa tek sorumlusu benim...

hayatıma dahil olunması için
hayatta var olabilmek için
sadece istediğim ve hak ettiği için
her şey için
aşk için
sevgi için...

taşımadan hiçbir şeyi sırtımda çırıl çıplak geldim
makyajsız ve yalansız...

temize çekilecek ne acım,ne öfkem ne de geçmişim...

sadece geldim...
her şeyin daha güzel olması için...

geldi mi gelmedi mi hiç anlayamadım...
hep itti...
ben gene geldim...
hep itti...
itti
itti
itti
bir uçurumdan düştüm...
hayallerim ve bildiklerim kırıldı...

önce çıplaktım
usulca giydirdi
izin verdim ve istedim...
onun istediklerini istedim...
kırılsam da istedim
incinsem de istedim...
güzelce süsledi...

sonra da düşüşümü bile izlemedi...

çırılçıplak bomboştum...

üftade bir seccadede namazımı kılmıştır umarım....
kızgın değildim hiç...
biliyordum görüntüler siliniyordu ama anılar hiç bir vakit kaybolmuyordu...

sonunda intihar ettim işte...
bir halkayla intihar ettim...
gümüş bir halkayla...

içinde ölüm ve doğum tarihim yazan bir halka taşıyorum şimdi...

korkmuyorum...
bilmediğim bir yaşamı
bilmediğim bir dilde
bilmediğim bir toprakta
bilmediğim bir bilgiyle yaşıyorum artık...

ben bir yere gitmiyorum...
itildiğim bu bilinmeyen yerdeyim...

bir daha düşmemek ve düşürmemek adına ölümümü seçiyorum...

sevmekten yoruldu sonra adam... bir köşeye çekilip ölümün kendini almasını bekledi... yalan değildi bu anlatılan hikaye tıpkı adamın sözleri gibi... sevdanın lehçesinde sustu adam... adam sadece sevdi... ötesi yalan olurdu zaten... şimdi yumdu gözlerini... açıldı mutlaka bir yerlerde gene gözleri ama ne biz onu tanıyabiliriz artık ne de o bizi... bambaşka bir dünyada yeniden yaşamaya başlamış olmalı... şimdi o adam hikayemizdeki adam değildir artık... kendi bile bilmemektedir yaptıklarını... en iyisinin bilmemek ve irdelememek olduğunu bilerek ve geçmişinde yaptığı tüm güzelliklerini günahını çekmemek adına hiçbir şey yapmaya karar vermiştir. artık adam sevmemektedir... hiçbir şeyi hissetmemektedir... ölüdür tüm yaşananlar gibi...